KUR'ÂN'A GÖRE İNSANIN PSİKOLOJİK YAPISI

KUR'ÂN'A GÖRE İNSANIN PSİKOLOJİK YAPISI
 
İnsan, Kur'ân'ın beyanına uygun olarak, aklıyla nefsine, ruhuyla da aklına hakim olur. Bu sebeple insan nefsî cihetiyle, içgüdüleriyle ve biyolojik motivlerle ilgilidir; ruh yönüyle de ebediyet âlemiyle ve ilmi Allah yanında olan daimî varlık sırrı ile alâkası vardır. Akıl ancak, gücünün yettiği ve insan aklının sınırlılığı ölçüsünde Allah'ın kendisine müyesser kıldığı şeyleri idrak edebilir. Fakat o, mutlak hakikati, ancak Hâlik, Bâri ve Musavvir olan Allah'a mutlak imanı yoluyla kavrayabilir.

V- İslâm'a Göre İnsanın Psikolojik Tahlili

Daha önce işaret edildiği gibi insanın İslâmî bakımdan tahlili, onun ruh ve bedenden meydana gelmesi esasına dayanır. Ruh inancı Kur'ân'daki gaybî inançlardan biridir. Bu gaybî inançlar, tüm semavî dinlerde temel dînî esasların başında gelir. Şunu söylemek mümkündür ki, Kur'ân'daki gaybî inançların mümeyyiz vasfı, onlara inananların akıllarını devre dışı bırakmaması ve sorumlu akla hitap etmek suretiyle de yükümlülüğün gereğini yerine getirmesidir. Çünkü İslâm, fıtrat dinidir. Bu sebeple İslâm'ın prensipleri ve esasları ile sağlıklı düşüncenin esasları çelişmez, uygunluk arzeder. Gerçekte İslâm her şeyi, kendine ibadet edilen ve kendinden başka ilâh olmayan bir tek Allah'a teslim etmektir.

Kur'ân-ı Kerîm'de ruh ve beden birbirini tamamlar, ikisi birlikte insanın benliğini oluştururlar ve onun hayatı ancak ikisiyle beraber mümkün olur. Bunlardan biri, diğeri uğruna feda edilemez. Bu sebeple, Kur'ân'a inanan kişinin, ruhun haklarını tam vermek maksadıyla bedenin haklarını yemesi doğru olmaz; aynı şekilde, bedenin haklarını tam vermek için ruhun haklarını kısması caiz değildir. Yani birini veya diğerini memnun etme konusunda aşırı gitmesi hoş görülmez. İşte daha önce geçen, insan yapısının unsurları konusunda hassas İslâm dengesi dediğimiz şey budur. Kur'ân, bir haramı helâl kılmayı yasakladığı gibi, bir helâli haram kılmayı da yasaklamaktadır: "Ey îman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri haram kılmayın ve sınırı aşmayın; Allah sınırı aşanları sevmez. Allah'ın size verdiklerinden helâl ve temiz olanı yiyin ve kendisine inanmış olduğunuz Allah'tan korkun" (Maide, 5/87-88). (*)

Kur'ân-ı Kerîm mü'mine, kendi el emeği ile helâlinden kazanmayı ve ondan israfa kaçmadan infak etmeyi, yeryüzünün servet ve nimetlerinin helâl olanlarından istifade etmeyi öğretmektedir. Çünkü bunlar, şükredilecek nimetlerdir, onun için de bunlardan kaçınması ona helâl olmaz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: "Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin ve Allah'a şükredin; eğer O'na kulluk ediyorsanız" (Bakara, 2/172). "Ey iman edenler! Kazandıklarınızın temiz ve iyisinden ve sizin için yerden size yetiştirdiklerimizden Allah yolunda harcayın"(Bakara. 2/267).

İnsanın yeryüzünde geçimini sağlaması, orada hayvanları otlatması ve ondan zinetlerini temin etmesi, oradan araç-gereçlerini sağlaması, yeryüzü nimetlerinden gerek kendisi için çalışıp kazandığı ve gerekse Allah'ın ihsanı eseri olarak yeryüzünün ona bahşettiği hiçbir nimetten uzak durmaması, onun yeryüzüne yerleştirilmesinin bir gereğidir. Çünkü İslâm, âbidlik iddiası ile bazı mutasavvıfların yaptığı gibi dünyadan uzaklaşıp el-etek çekmeye ve ruhbanlığa karşıdır. Nitekim Kur'ân'da şöyle buyurulur: "Atları, katırları ve eşekleri, binmeniz ve zînet olsun diye (yarattı). Allah şu anda bilemeyeceğiniz daha nice (nakil vasıtaları) yaratır. Yolun doğrusu Allah'ındır. Yolun eğrisi de vardır. Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi. Gökten suyu indiren O'dur. Ondan hem size içecek vardır, hem de hayvanlarınızı otlatacağınız bitkiler meydana gelir. Onunla size ekinleri, zeytinleri, hurma ağaçlarını, üzümleri ve bütün meyveleri yerden bitirir. Şüphesiz ki, bunda düşünenler için büyük ibret vardır" (Nahl, 16/8-11).

Allah'ın, dünyevî maksatlar için ve hayatın icaplarından dolayı zîneti (temizlik, kılık-kıyafet düzgünlüğü) gerekli kıldığı gibi ibadet için de gerekli kılması, O'nun kullara bir rahmeti ve kolaylığıdır. Belki de bunda, dînin insan temâyüllerini engellediğini ve bu yüzden insan davranışlarında anormalliklere sebep olduğunu ve onun zînetlerini ve şehevî arzularını engellemesi sonucunda psikolojik hastalıkların meydana geldiğini iddia eden (gerçekleri yansıtmayan bu iddia, muharref Hristiyanlık nazara alınarak söylenmiştir.) Freud ekolüne karşı kesin bir cevap vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Ey Âdem oğulları! Her mescide gidişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez. De ki: Allah'ın kulları için yarattığı süsü ve temiz azıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, bu dünya hayatında mü'minler içindir, kıyamet gününde de yalnız onlara mahsustur. İşte bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz" (A'raf, 7/31-32).

Yüce Allah, zînetleri ve tayyibâtı (helâl ve güzel olan şeyler) yasaklamıyor. O, ancak fuhşiyâtı, günahları, zulmü ve Allah'a ortak koşmak gibi insanı tehlikeye götüren her şeyi yasaklıyor: "De ki: Rabbim, ancak fuhşiyâtı, gerek açığını, gerek kapalısını; günahı ve haksız yere saldırmayı; hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi Allah'a ortak koşmayı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyler söylemenizi haram kılmıştır" (A'raf, 7/33). "Doğrusu Biz sizi yeryüzünde yerleştirdik, orada size geçimlikler verdik" (A'raf, 7/10).

İşte İslâm böylece, ruhun istekleri ile bedenin istekleri arasında veya dünyevî isteklerle uhrevî istekler arasındaki dengeyi gerçekleştiriyor. Artık onlar arasında hiçbir çelişki, kopukluk ve çatışma yoktur: "Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma" (Kasas, 28/77).

Şu halde, dünya için çalışmak âhiret yolundan sapmak değildir. Buna göre İslâm'da ruh ile beden, dünya ile âhiret, gökle yer, zâhirle batın veya görünenle görünmeyen âlem arasında hiçbir çelişki yoktur. İslâm inancı kaynaşma, sevgi, hidayet ve adâleti gerçekleştiren; aşırıya gitmeden ve yoldan sapmadan -ki, "Allah dileseydi, elbette hepinizi doğru yola iletirdi" (En'am, 6/49)- ruhu geliştirdiği gibi bedeni de geliştiren dengeli bir inançtır. Allah, insanı ruhun mahiyetini düşünüp kavramakla mükellef tutmamıştır. Çünkü ruh, ancak Allah'ın bileceği bir iştir. Aksine, insandan yaratıkları üzerinde düşünmesini istemiştir: "De ki: Ruh,

Rabbimin ermindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir" (İsra, 17/85).

VI- İnsan veya İlâhî Tekliflere Muhatap Varlık

Kur'ân-ı Kerîm'i inceleyen bir kimse onun, insanın hidayeti için gönderilmiş ilâhî bir kitap olduğunu anlar. O bir tebliğ, ikna ve beyan kitabıdır. Ondaki bu üstünlüğün sırrı, onun rükünleri ile hükümleri, inançlarıyla ibadetleri, hüccetiyle maksadı arasında tam ve mucizevî bir uyumun bulunmasındadır. Onun her rüknü, diğer rükünlerine bütün detaylarıyla uyar. Aklın, insan hayatındaki tüm vazife ve özelliklerini açıklayan bu kitapta, insanın mükellef varlık olarak seçilmesiyle, akla hitap edilmesi arasında bulunan uyumdan daha tam ve mükemmel bir uyum yoktur. İnsanın Kur'ân'daki yeri inanç, düşünce ve yaratılış bakımından muhtelif varlıklar arasında en şerefli bir konumdadır. Çünkü varlıklar içinde yalnız o, emaneti ve sorumluluğu taşımakla mükellef tutulmuş varlıktır. "Mükellef varlık" tabiri ise filozofların (insanın tanımıyla ilgili olarak söyledikleri) "konuşan varlık" veya "konuşan canlı" tabirlerinden daha şerefli ve yücedir. Çünkü o, teklif emânetini taşımaya ehil kılınmamışsa, onda konuşma vasfının bulunmasının bir kıymeti yoktur. Bu teklif, Kur'ân'da insanın muhatap kabul edilmesi, hitabın da bütün kabiliyet ve fonksiyonları (ki, modern psikoloji bunlardan düşünme, hatırlama, hayal etme, muhakeme, tanıma, öğrenme vs. diye bahseder) ile Allah'ın insana bahşettiği bir nimet olan akla yöneltilmesi demektir.

Akıl, sahibini teklife ters düşen herşeyden koruyan bir frendir. Akıl anlamaktır, düşünmektir; o eşyanın çeşitli durumlarını ve işlerin gizli yönlerini inceler. Akıl, hidayetle dalâleti ayırdeden bir rehberdir.

Akıl, sebepleri görmek ve sonuçları çıkarmaktır. Akıl, gözlerin göremediğini gören bir basîrettir. Akıl, geçmişi hâle taşıyan, olanlardan olacaklara dair dersler çıkaran, onları muhafaza eden ve kendinde toplayıp değerlendiren bir hafızadır. Bütün bu boyutlarıyla akıl, sorumluluk sebepleriyle, iyi olanı emretmekle, kötü ve sakıncalı olandan nehyetmekle yakından ilgilidir. Bu sebeple akıl, mükelleflerin sorumlu tutulması hususunda bir delil teşkil eder. Yüce Allah şöyle buyurur: "Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru" (Âl-i İmrân, 3/190-191). "Kendi kendilerine, Allah'ın, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak hak olarak ve muayyen bir süre için yarattığını hiç düşünmediler mi?"(Rum, 30/8).

Hz. Muhammed (sav)'in peygamberliği, eşsiz bir peygamberliktir. Çünkü, O'nun peygamber olarak gönderilmesinden önceki ümmetler, peygamberliği, gayba muttali olmak, kaybolan bir şeyin bulunması için yardımcı olacak ve talihle ilgili bilgiler verecek olan sırları keşfetmek şeklinde anlıyorlardı. Bu ümmetler içerisinde, peygamberliği, mabudla kulları arasında, O'na takdim edilen hediye ve kurbanlarla ilâhî inayeti sağlayacak olan bir vasıta şeklinde, yanlış bir anlayışa sahip olanlar vardı. Müstehak oldukları belâ ve musibetleri defetmek için peygamberlerin vasıta olmasını istiyorlardı. Buna karşılık İslâm inancı, dînî tebliğler içinde geçmiş hiçbir örneği olmayan, kendisinden sonra da hiçbir yenilemeye ihtiyaç duyurmayacak olan, mütekâmil ve büyük bir din olduğu için kendisine hiçbir yeni şey eklenemeyecek olan ebedî bir yenilik getirmiştir. Çünkü o, insanın ölümsüz sıfatına, onun mümeyyiz vasfı ve kendinden ayrılmaz özelliğine hitap etmektedir ki, bu da sorumlu tutulacak olan akıldır. Çünkü akıl, Allah (cc) karşısında insanın mükellefiyetini ve mesuliyetini taşıyan yegâne unsurdur. Hz. Muhammed (sav)'in nübüvveti de, müjdeleyen, tenzîr eden, hidayet eden, tebliğ eden ve açıklayan bir peygamberlik olup mü'minlere, aklıselimleri ile doğru yolu buldukları zaman kendi iradeleri -ki, Allah dilemedikçe onlar dileyemezler- ile nefisleri için yaptıktan dışında bir tesiri, bir faydası veya zararı olmayan bir nübüvvettir. Bu, geçmiş dinlerin de özüdür, fakat insanlar bunu anlamadılar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"De ki: Ben kendime, Allah'ın dilediğinden başka ne bir fayda, ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim. Eğer gaybı bilseydim, elbette çok hayır (mal, mülk) elde ederdim. Bana kötülük dokunmamış (beni cin çarpmamış)tır. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeciyim" (A'raf, 7/188). "Andolsun ki Nuh'u elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Doğrusu ben, üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum" (A'raf, 7/59). "De ki: Ben size, Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı de bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım. De ki: Kör ile gören, hiç bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?" (En'am, 6/50)

Yüce Allah, büyüklenenlere ve çarpık akıl sahiplerine karşı mucizelerin fayda vermeyeceğini açıklamıştır: "Onlara gökten bir kapı açsaydık da oradan yukarı çıksalardı; 'Herhalde gözlerimiz bulanmıştır; yok yok, büyüye tutulmuş insanlarız biz!' diyeceklerdi" (Hicr, 15/14-15). "Onlara hiçbir elçi gelmezdi ki, onunla alay etmesinler." (Hicr, 15/11)

İslâm dininden önce, İbrâhim (as)'den Hz. Muhammed (sav)'e kadar birçok büyük din gelmiştir. Ancak, İslâm dininin bu dinlerden ayrı olan yanı, bütün insanlara yöneltilmiş olması, tüm insanlığa hitap etmesi; emâneti taşıyan ve hesaba çekilecek mesul insan düşüncesini getirmesi; aynı şekilde tam ve mütekâmil bir sosyal düzenin esaslarını ortaya koymuş olmasıdır. Çünkü o, dinlerin sonuncusu, en mükemmeli ve en büyüğüdür. İslâm, büyüklere ve zorbalara boyun eğerek aklını devredışı bırakan hiçbir insanı mâzur görmez. Nitekim Kur'ân da şöyle buyurur: "Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: 'Ne işte idiniz (dîniniz için ne yapıyordunuz?)' dediler. Bunlar: 'Biz yeryüzünde çaresizdik' diye cevap verdiler. Melekler de: 'Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!' dediler" (Nisa, 4/97). Büyüklük taslayanlar da zayıf düşürülenlere dediler ki: "Size hidayet geldiği zaman, sizi ondan biz mi engelledik? Hayır, zaten siz, kendiniz suç işliyordunuz" (Sebe, 34/32).

İnsan aklı, insanın hakikati anlamak için kullanması gerekli olan, ilâhî bir nimettir. İnsan, fiillerinden sorumludur, onun bilenlerden sorması ve doğruyu öğrenmesi gerekir: "Biz senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını elçi göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun" (Nahl, 16/43).

İnsan, Rabbinin huzurunda amellerinden sorguya çekilecektir. Hiçbir kimse ve hiçbir toplum, başkalarının günahı sebebiyle cezalandırılmaz: "Her insan kendi kazancından sorumludur" (Tur. 52/21). "Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz" (Bakara, 2/134).

Kur'ân-ı Kerîm'e göre sorumluluğun sebepleri: Peygamberler vasıtasıyla insanların hidayeti için ilâhî tebliğin bulunması, insanların bu tebliğlerden haberdar olması, Allah'ın insana bu tebliğleri anlayacak bir akıl vermesi ve insanın yapmakta olduğu, kendilerinden hesaba çekileceği amelleridir. Kendisine tebliğin ulaşmadığı hiçbir kimse gaybî meselelerden sorumlu değildir. Nitekim Kur'ân'da şöyle bu-yurulur: "Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri geldiği zaman, aralarında adaletle hükmedilir ve onlara aslâ zulmedilmez" (Yunus, 10/47). "Hiçbir ümmet yoktur ki, içlerinde bir uyarıcı (peygamber) bulunmasın"' (Fatır, 35/ 24)."Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azab edecek değiliz" (İsra, 17/15).

İlimle ilgili olarak Hz. Peygamber'e inen ilk âyet "Yaratan Rabbinin adıyla oku!"(Alâk, 96/ 1), ilmin önemine işaret etmektedir. Amele gelince, bu konuda Kur'ân-ı Kerîm'de iki şart öngörülmüştür: Mükellefe güç yetirebileceği amellerin teklif edilmesi ve bu amellerin Allah'a ve kişiye yönelik olması. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez" (Bakara, 2/286). "İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur" (Necm, 53/39). "Artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görür" (Zilzal, 99/7-8).

Kur'ân-ı Kerîm, insanın kötü yanlarını açıklamıştır. Yaratıklar arasında sadece insan birtakım kötülüklerle nitelenebilir. Çünkü, mesûl olmayan hiçbir yaratık iyilik ve kötülükle nitelenemez. Ama insan küfür, zulüm, taşkınlık, azgınlık (tuğyân) ve isyanla nitelenmektedir. Çünkü ondan başka, inanma ve akletmeye ehil kılınmış; hür, akıllı, mükellef ve mesûl bir yaratık yoktur. Nitekim Kur'ân'da şöyle buyrulur: "Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür" (ibrahim, 14/34). "Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek azar" (Alâk, 96/6-7). "İnsan gerçekten ziyan içindedir" (Asr. 103/2)."Fakat insan önündekini (kıyameti) yalanlamak ister" (Kıyame, 75/5). "İnsan, Rabbine karşı pek nankördür" (Âdiyat, 100/6) "Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik" (Cin, 95/4-5).

Kur'ân-ı Kerîm, insanın fizikî aslı konusunda bir izâha işaret etmektedir. Bu işaretler, Yüce Allah'ın insanı üstün kılması ve onun mesûl varlık olduğuna dair izahtan hâli değildir: "Andolsun Biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe (sperm) haline getirdik. Sonra nutfeyi alâkaya (embriyon) çevirdik, alâkayı bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik; sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir!" (Mü'minûn, 23/12-14).

Yüce Allah, hidayetin ancak kendisinden olduğunu açıklamaktadır: "Allah sağlam sözle imân edenleri, hem dünya hayatında, hem de âhirette sapasağlam tutar. Allah, zâlimleri ise saptırır ve Allah dilediğini yapar" (İbrahim, 14/27).

SONUÇ

İnsanın psikolojik yapısı; tabiatı, istidat ve kabiliyetleri, yaratılış gayesi ve görevi ile ilgili olarak Kur'ân-ı Kerîm'in görüşü üzerine sunduğumuz bu kısa malûmatla yetiniyorum. İnsan, Allah'ın iki yönlü olarak yarattığı bir varlıktır: 1) Şehevî, içgüdüsel ve toprakla ilgili yanı (Nefs-i emmâre). 2) Allah'ın rûhundan bir nefha olarak tezâhür eden yüce ve ilâhî yanı. Onun için insan, çifte tabiata sahiptir. O, içgüdülerin yönettiği hayvanlardan farklı olduğu gibi, aynı şekilde iradesi ve şehevî arzuları bulunmayan, emrolundukları şeyleri yapan ve Allah'ın emrinin dışına çıkmayan meleklerden de farklıdır. Yüce Allah, insanı muhtelif güçlerle donatmıştır. Bunların en önemlisi imân gücü ve tevhid istidadıdır. Çünkü Allah, onlar henüz zürriyet âlemindeyken insanlara hitap etmiş, ulûhiyetine ve rubûbiyetine onları şâhit tutmuştur. İkinci olarak, yine onları akılla; düşünme, icâd etme, âlet ve cihazları kullanma yeteneği ile de donatmış, onlara zekâ ve yüksek aklî kabiliyetler vermiştir. Üçüncü olarak, onları mücadele ve mücahede gücüyle donatmıştır. Dördüncü olarak, ilâhî irade; insan iradesi, şahsiyeti ve fiilleri yoluyla gerçekleştiği için, Allah'ın ezelî ilmi çerçevesinde onlara hür irade vermiştir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez" (Ra'd, 13/11)."Eğer Allah'ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı, elbette yeryüzü altüst olurdu" (Bakara, 2/ 251). "İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu" (Rum, 30/41).

Netice olarak, insan, Allah'ı tanımaya ve O'na ibadet etmeye yöneltilmiştir: "Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zariyat, 51/56).

Fıtrî bir şekilde o, Allah'ın sözlerini anlamaya ve hidayetine nail olmaya müsaittir. Bu sebeple kâfirin, İslâm'ı tanıdıktan sonra küfürde devam etmesinin hiçbir mazereti olamaz, Çünkü ona, yeryüzünde yerleşme, onu işleme (imar etme), muhtelif topluluk ve oymaklara bölünme, birbirleriyle tanışmayı gerçekleştirme istidadı verilmiştir. İnsanın zayıf noktası şehvetidir. Çünkü şehvet, şeytanın, kendisi vasıtasıyla insanın nefsine nüfuz ettiği bir yoldur. Ancak İslâm dîni, insanın şehevî arzularını tatmin etme tarzını meşru çerçevede ve haramlardan uzak olarak düzenlemiştir. Mü'min akıllı ve zekîdir. Çünkü, Kur'ân-ı Kerîm'in ve Hz.Peygamber (sav)'in sünnetinin nuruyla aydınlanmaktadır.
 
kaynak:Dr. Nebil M. Tevfik es-Semâlûtî
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol